Gece

Gece

Gece.

Karanlık. Tıpkı gözlerin gibi. Kara.

Seni kendine çeken gökyüzü. Beni sana çeken gözlerin.

Parlak küçük yıldızlar, baktığımda göz kırpıyorlar. Ve bana ışığını saçan Ay. Senin bana saçtığın ışık gibi. Diğer yerler ise koca bir boşluk. İç karartıcı, değil mi ve korkutucu? Korkutucu bir yere kadar ama...

Ne kadar da muazzam.

Gece farklıdır. Çünkü... Güçtür aslında gece. Ne kadar güçlü olabileceğini anlatır sana. Yalnızlıktır, güneşle renkli boyalar arasında aslında yanında kim olduğudur. Bencilliktir gece, sadece sensindir. Kendinle sava- şındır ve sonucudur bu savaşın. Sessizliktir, tek senin sesini duyurur sana. Kimseyi beğenmez gece, kim- seye güvenmez. Serttir, gerçekliktir gece. Aynı zamanda gerçekliğin tam zıttıdır, bir hayaldir. Rüyadır. Senin düşündür. İstemediğindir gece. İstediğindir de. İstediğini sandığındır ayrıca. Duygudur gece, sıcaktır. Ama daha çok soğuktur. İki yüzlülüğü de vardır. Kontrolün sende olduğuna inanmanı ister ama ipleri sana vermez. Zıtlıktır gece. Bir dediği diğerini tutmaz. Tutarsızdır. Söz dinlemeyen yaramaz bir çocuktur. Çok da olgundur aynı zamanda.

Farklıdır gece.

Hep farklı şeyler hissettirir.
Muazzamdır gece.
Ve benimdir gece...
Hep de benim olacak...

Biri vardır; gözlerinin içine bakar, o kadar yakındır sana. O kadar yakın olabilmiştir. Ama görmez seni. Bir o kadar da uzaktır ‘yakınlık’tan. Ne “Kal” der sana ne de “Git”. Sen de ne kalabilirsin onda ne de uzaklaşabilirsin oldukça. En kötüsü de gecedir, bilirsin. Çünkü çok güzeldir.

Hala isminin önünde niteleyecek bir şeyin vardır onu: Soğuk kış günlerinde bulutların ardına saklanan güneş.

Zaman zaman heyecanlanırsın gördüğünde, heyecanlandığını sanırsın ama orda olması içine işlemez, ısıtmaz seni.

Korkutur mu gece seni? Korkma, aynaya bakmaktan korkma.

Günlerden Salı olmalı. Takvime bakmamıştı. Ne önemi vardı?

Günler birbirini kovalıyor, zaman durmak bilmiyordu. Yağmurun çiselemeye başladığını bile yolun yarısına gelince fark etmişti. Derin bir nefes aldı. Şapkasını çıkarıp saçtan yoksun kafasını kaşıdı. Ama şapkasını geri takmadı. Sevmezdi zaten, ucuzluktan sırf onun hatırına almıştı. Gereksiz buluyordu ama küçük detaylara takılıp onlarla mutlu olduğunu biliyordu, mutlu etmek istemişti onu. Şimdi yanında olsa ne- den takmadığını merak eder, dudak büzüp tek kelime etmezdi. Ceketinin cebini yokladı. Yoktu. O sevmiyor diye artık taşımıyordu sigara paketini. İçtiğini görse eline hafifçe vurur, ne kadar zararlı olduğunu anlatır dururdu. Bir süreden sonra ne söylediğini değil ne kadar güzel söylediğini düşünürdü adam. Onu kıramaz, sigarasını hemen bırakırdı. Sigaranın zehirli kokusundansa onun şekerli çiçek kokusunu içine çekmeyi tercih ederdi. Ama yanında o yoktu. Treni kaçırma korkusunu göz ardı etti. Saatinin eksikliğini bileğinin hafifliğinden hissediyordu. Yanında olsa saat takmanın önemini anlatmaya başlardı. “Zamanı bilmezsen nereye sürüklendiğini de bilemezsin. Değerlendiremezsin. Sadece akar gider, seni nereye sürüklediğini bilemezsin.” derdi. Felsefik konuşup onu düşündürmesini seviyordu. Ama yanında o yoktu. Yine de aldırış etmedi, bulduğu küçük markete yöneldi ayakları ve gözleri paketlere bakınır oldu. Belli markalardan tek tük kalmıştı. İnsanlar ne kadar da seviyordu bir şeylere bağımlı olmaya. Ne kadar da tüketiyorlardı nefeslerini. Ne kadar da meyillilerdi pis kokuya maruz kalmaya. Ve ne yazık ki buna kendisi de dahildi. Bir paket ve çakmak alıp yoluna devam etti. Kaçırmak istemiyordu. Kaçırmamalıydı bu sefer treni. Güneş saklanmış olsa da yağmur devam etmiyordu. Her şey yetmezmiş gibi hava daha da bunalmasına neden olmuştu. Dışarıya çıkmanın ne kadar iyi bir fikir olduğunu kafasında tartmaya başlayacaktı ki durdu. Boş yolun ortasında durdu. Kafasını hızlıca iki yana salladı, düşünceyi anında uzaklaştırmak istiyordu.

Parmaklarıyla sıkıca kavradığı çakmağa baktı sadece. Yanan ateşi gözlerinde hissetti. Sanki çakmak değildi, ateş değildi yanan. Paketten çıkardığı uzun beyaz tütünü dudaklarının arasına yerleştirirken eli titredi. Uzun zaman olmuştu bu tadı almayalı. Zehrinden uzak uzun zaman olmuştu. Derin nefes çekip ince dudakların arasından serbest bıraktı dumanı. Özlemişti. Hızlanmış adımlarıyla tempo tutuyordu. Soğuyun içine işlemesine göz yumuyordu, titremeye başladığı halde bunu önemsemedi. Önemsenmesi gereken bir tek bu mu kalmıştı? İstasyona ulaşmıştı sonunda. Bir Çarşamba günü için fazla ıssızdı. Ya da salı günü için miydi? Banka oturdu, şapkasını da hemen yanına koydu. O olsaydı yanında kollarını bağlayıp tepesinde dikilirdi. Oturmayı reddeder aynı zamanda adamın da kalkmasına sebep olacak ayağını yere vuruşunu esirgemezdi. Üç yaşındaki bir kız çocuğu gibi davranırdı. Bu her zaman ona komik gelmişti. Bir yudum daha aldı sigarasından. Elinin titremesini kontrol altında tutmaya çabalıyordu. Gözlerini kapatıp kulaklarını rüzgarın uğultusuna verdi. Treni beklerken yapılacak en güzel şeydi bu. Kalan yaprakların hışırtısını en sevdiği melodiye benzetti, mırıldanıyordu. Kendi durumunu düşünmeye fırsatı olmamıştı. Her fırsattan kaçmıştı belki de. Onunla yaptıkları kavga, işinden olması, tren... Sigaranın külünün yere düştüğünü hissetti. Cılız parmakları arasında adeta kayıyordu. Treni düşündü. Kim bilir içinde nasıl insanlar, nasıl hayatlar taşıyordu. Belki hamile bir kadın. Belki hayatta tanışmamış ama ondan yakınan bir genç. Belki evini satmak zorunda kalan batma eşiğinde bir işadamı. Belki ayağı çukurda bir kadın. Belki zihinsel veya fiziksel kusurlarından dert yanan bir oğlan. Belki aldığı kararlarla sessizce köşede gözyaşı döken biri... Herkesin derdi vardır. Neden kendisinin dertleri daha önemli olmalı? Trendeki insanları düşündükçe düşündü. Güçsüzden güç alıyordu. Ama beklediği tren, hiç gelmedi. Bir kez daha.

 

İdil Gökçe Alaçam

Bloga dön