Hayatın sonu, başı değil. Eğer başı olsaydı geçmişi arkamızdan sürükleyip getirmezdik yahut getirmezdi. Korku, hayatta tutar. Bu çok eski bir kurt kanunun postuna yazılmıştı bir rahip tarafında: Aşkı, maneviyatınla tanıştırmadığın sürecek ancak korktuğun için dua eder veya boyun bükersin kabullenmek istemediğin şeyleri. Bu o kadar kolay bir şey değildir. Her an kim ne düşünüyor? Bugün, yarın ve daha nice yarınlarda neler olacak bana ! Bu düşüncelerin cevabını bulan Tanrı’nın ne demek istediğine kafa yoranlar olmakla beraber, Tanrı ne düşünüyor? Sorusunuda beraberinde getirir. Aslında kendi kabullenişlerimizi söz ve laf olsun tapınağımda taş olsun diye- rekten kabul ederiz. Çünkü hiçbir şey bilmeden bir bilinmez yarına hazırlıklarla sürüklenip duruyor hayat denilen pahalı kan torbası. Her ne olursa olsun güç, ölüm ve sorular her şeyi cevaplayamaz bunun içinde bizler kendi tapınağımıza sığınırız. Tapınakların oluşumu karanlık yanlarını gizlemek, bilinmezliklerin verdiği korkudan sıyrılmış gibi yapıp öz kalesine sığınmak isteyişindendir. Oysa ne bir içkinin son damlasına kadar içen bir beden nede vaftiz suyuyla yıkanmış bir çocuk temiz kalabilir. Galiba kötülük kamlarımızda var. Sahi anne rahminde ölen bir bebeğin tapınağı var mıdır ? Büyüdükçe küçülen bir diyarın içinde oradan oraya gidip gelirken aynı noktada kalıp ayrılamamak şaşırtır çoğu zaman beni. Bir köy odasında doğarken, ben hiç doğduğumu hatırlamıyorum. Annemin gelinli- ğini hiç unutmam sanki zor zamanların öncü kadınlarındandı. Gündüzün kararmasıyla her insanın bir tapınağı var ve bu tapınaktaki tek yüce kişi kendisidir. İnsan yaratılışı gereği üstündür ama bunu yaratılınca veremezdi çünkü üstünlük ancak kendi avuçlarını terlettiğinde ortaya çıkar. Bir başkası yahut ideal bir varlık değildi. Tapınaklar, sahiplerine benzerler. Her bir pişmanlık için kendi ağzından çıkan salyaların hıncıyla bir mum yakar dilek tutar, kendinden ister bunu. Bu şaşılacak bir şey değildir ancak manevi boyutlara tapanlar onlarla körleşenler tapınakları yıkmak isterler. Şimdi buraya bin odalı tapınak çizebilirim. Bir gölgeyi sevmek yahut bir ayakkabının hatırlattığı geçmişin izlerini ellerinle silerken bir şey değişmiş olmaz. Yine dolambaçlı hislerinden kurtulamazsın. Yine ellerin kendi ellerine sarılarak yalnızlıktan derdest olmak ister. Felek yahut kader deyip geçilen onca elinden geleni yapmamış bir hisler diyarının girdabına saplanıp kalmalarla elbet bir köşede inzivaya çekilip tekrardan karşımıza çıkacağı günler yakındır. Islak bir taşın yüzüne, kirli elbiselerin tokadıyla temizlenen çorak topraklı hislerin varlığını iliklerine kadar hisseder bir taşta olsa, gönül eli vardır. Bunu tapınak öğretir. Eğer gerçekten yaşamak denen bir şey varsa o bu Dünya’da değildir. Eğer gerçekten bahsedilebilecek bir mutluluk varsa oda bu Dünya’da değildir. İnsan içinde hep gitmeyi arzuladığı halde kendisine sevimli gelen prangalar takmıştır ayaklarına ve zihnine. Dış dünyadan kaçıp yeni bir dünya var etmek istesekte bunu yine bu Dünya’da yapmak zorundayız. Artık dünyalar kurulup kurutuluyor bunun bilincinde olanlar kendi tapınaklarına kaçmak için daha az sevmeye ve daha çok mutlu olmayı arzulayan katolik hisli bedenlerle tapınaklarını inşa edip, varis bırakamayan, kendisine yabancı kalmış ayna kılıklı kalplerdir. Bir zifiri karanlıkta uzun yıllar tutsak kalan bir genç kızın dışarı gün ışığının gözlerini yakmayışına şaşıran gardiyanlara “ben hep karanlıkta, aydınlığın rengini düşlüyordum.” İfadesini kullanmasındaki sırrın panzehiri aydınlığın zihinde başlıyor olmasıdır. Eğer gerçekten insanlar içinde bulundukları hayatlarının sorununu kendi inşa ettikleri tapınaklara kaçarak çözebileceklerini veya unutabileceklerini sanmalarından ötürü etli iskeletlerde yıkılmak zorundadır. Uzun ve acıksız bir hayatın istikbalini ancak kendi tapınağındaki yaratıcı ile buluştuğun vakit anlarsın, hissedersin zevkini.. Bir insanın aynadaki yansımasına sarılıp ondan sarılmayı beklemesi gibi yalnızlıkların hissi. Bir gün kendi tapınağında dile gelmemiş ve yutkunmuş sözlerin sahibine rastlarsan sarıl ona. İsyan ki insan için yaratılmış tıpkı ölümün nefes alıp vermesinde ki acıklı mızıka sesi gibi. Ervah-ı Ezelden beri bu böyle olsada gök kubbeli Venüs’ün Ay’a olan uzaklığındaki ayrılık kadar hasret yaşıyor insan, insana. Belki herkes kendi tapına- ğında kilitli kalmayı tercih edip özgürlükten dem vuracaklar. Belki bu onların veya bizim hoşumuza gidiyor. Zaman değiştikçe, doğrular korkarlar. Tüm tapınakların içinde sevgi bahçeleri dururken, karanlığa gizlenen çiçeklerin ölmekten bakma kaderleri kalmamıştır.
Bir TAPINAK; bazen bir aile, bazen bir İnanç, bazen her şeyden kaçtığın nokta ve bazen sadece sensindir.
İnsanca bir yaşam için ilerdeki tapınağına sevgi ve umut dikmen dileğiyle.
İsmail Buğdaycı